“Peygamber’in mihmandârı! Bir arzun varsa yapayım. Bir vasiyetin varsa yerine getireyim!”
“Ey Emîr! Sakın Allah’ın dinini bozma, müminler arasına fitne girmesine müsaade etme. Askere adalet ile muamele eyle ve düşman karşısında can kaygusu çekme. Bana gelince, senden ve senin ait olduğun şu dünyadan hiçbir şey istemediğimi bil ve herkese böylece ilan et. Şurada can oynatan cengâverlerden son arzum odur ki Azrail (a.s) bize uğradıktan sonra na’şımı Konstantiniyye surlarına yakın götürsünler. O gün savaş hattı nerede oluşursa, bedenimi o noktaya kadar taşısınlar ve orada, savaşan mücahitlerin arasında beni defneylesinler. Ta ki atlarımızın ayakları bedenimi çiğnemiş olsun, Bizans dokunamasın. Ayrıca, eğer yapabiliyorlarsa, cenazemi kendi atımın arkasında bir sedyeye bağlayıp taşısınlar. Tıpkı Kutlu Nebi’yi getiren Kusvâ’nın Medine’de bizim hanemizi bulduğu gibi o da benim için nereye gideceğini ve nerede duracağını bulacaktır.”
Çölde gönüllere düşen tutku oldu, dünyaya yayıldı. Eyüp Sultan, o ateşin hem mihmandârı hem de kahramanıydı. O Kahraman, Mekke, Medine ve Şam’dan geçti ve İstanbul önlerinde durdu.
İstanbul’un fetih müjdesini nesillerin ve zamanın ruhuna işledi. İskender Pala, bu gönül kuşatmasını dile döktü. Rum ateşi ile aşk ateşini karşı karşıya getirdi. Kosntantiniyye’yi İstanbul’a dönüştüren müjdenin haritalarını çizdi. İnanç ve tarih, bir aşk ve iman insanının öyküsünde bugünün ışığı oldu.
|